Yepyeni bir okuma etkinliğinden herkese merhaba! Çok sevdiğim yazarlardan biri olan Işılca'nın yeni kitabını dört gözle bekliyordum. Sonra Esra, Aslı, Buse ve ben "Neden bir etkinlik yapmıyoruz ki?" dedik ve kolları sıvadık :). İndigo Kitap sponsorluğunda gerçekleşecek olan etkinliğimiz bugün itibariyle başlıyor ve 4 Temmuz günü bitiyor. Bir hafta boyunca Truro ve Bristol hanedanlıkları arasındaki çekişme ile bu çekişmeden doğan ateşli Emma ve Vincent aşkını okuyacak, konuşacak ve tartışacağız... Aşağıda bu güzel kitabın ön okumasını bulabilirsiniz.
Yıl 1760 İngiltere güneyi...
Avrupa’nın güçlü devletleri arasında Yedi Yıl
savaşları sürerken, İngiltere ve Fransa arasında devam eden sömürgecilik ve
deniz üstünlüğü mücadeleleri Avrupa kıtasında yeni saflaşmalara yol açmıştı.
İngiltere’nin güneyindeki
topraklar Bristol ve Truro adı altında iki hanedanlığa aitti. Bristol
toprakları uzun yıllardır Edessa Lordları tarafından yönetilirken; Truro
topraklarında Loren Lordları hüküm sürmekteydi. Bu iki aile, asil kanlarını
savaşçı ruhlarıyla birleştirmiş, topraklarına ve İngiltere Kralına sadakatle
bağlıydılar. Tabii bağlılıkları bu iki hanedanlığın birbirlerine olan
düşmanlıklarını engelleyemedi.
Sebebin ne olduğu
unutulmuş bir düşmanlıkla birbirlerinden nefret etmeyi sürdüren iki hanedanlık
birbirleriyle olan savaşlarda bir çok insan kaybettiler. Bu duruma son vermek
isteyen zamanın İngiltere Kral’ı, 1706 yılında halkın her iki taraf için de
bağlayıcı şartları bulunan bir anlaşmayla Edessa ve Loren hanedanlarını ortak
paydada buluşturdu. Barış anlaşması ile zamanla halk kinini unuttu, Loren’ler Bristol topraklarına, Edessa’lar
Truro topraklarına karıştı. Halk kaynaşıp, düşmanlığını unutsa da zaman
soyluların kinlerini yok edemedi.
Truro Toprakları…
Elli yaşların
ortalarındaki Truro Lordu Loren demir zırhın içinde babasının mirası kılıcını
savururken bir o kadar korkusuz bir o kadar cesurdu. Sağa sola salladığı
kılıcını takip edercesine hareket eden atı onunla bir bütünmüş gibi hareket
ediyordu. Tek eliyle tuttuğu dizginleri çekiştirip dururken atı onu yormamak
adına çevik hareketleriyle sahibinin takdirine layıktı. Tabi gözünü kan bürümüş
Lordun öfkesi sesine yansımış, atını düşünecek hali yoktu.
“Ben Trurolu Loren, diz çökün ve sizi affetmem için yalvarın.
Bu ne cüret!” diye haykırırken kılıcını ona saldıran bir askerin boğazına sokup
çıkarması bir olmuştu. Asker, Lord Loren’in kılıcıyla gelen ölümün soğuk
nefesiyle yüzleşirken gözleri dehşetle açılmış bir halde yere diz çöktü ve
boğazını tuttu. Nefes alamıyor ciğerleri kendi kanıyla doluyordu.
Bu sırada Lord Loren ona saldıran başka bir askere karşı
kılıcını savurmaya başladığında güç ve kan, içindeki anlatılamaz barbarlığı
dile getirmiş, onu daha bir kuvvetli kılıyordu. Öldürmek doğaldı, çünkü onun olanı,
atalarının mirasını korumaktı. Yaşadığı onca yıl, hükmettiği topraklarda
kendini, soyunu, kalesini ve halkını korumak için çok kan dökmüş ama hiç gözünü
kırpmamıştı. Ondan sonra gelecek olanlar
da bu mirası korumak için savaşacaklardı.
Üst üste öldürdüğü askerler ona soğuk
kanlı bir canavara dönüştüğünü hissettirmeye başladığı sırada vicdanını susturdu ve ona doğru gelen öldürücü kılıç
darbelerini gayet usta bir şekilde savuşturmaya devam etti. Atın üzerinde
yaşından beklenmeyen çeviklikte, hırsının verdiği güçle savaşıyordu ama ormanın
derinliklerinden koşarak onlara doğru gelen askerler bitecek gibi değildi.
Kendi askerleri uzun bir süredir kılıç sallıyorlardı, iç sesi
dayanamayacaklarını avaz avaz bağırsa da kabullenmek istemiyordu. Göz ucuyla ölümüne
ve sadakatle çarpışan adamlarına baktı. Aklı ne yapacağına karar vermek adına
çareler ararken ölüm saçan zebani edasıyla bir kişiyi daha ölüme gönderdi.
O sırada ona doğru
koşan başka
bir düşman askeri iki eliyle tuttuğu büyük baltayı savurarak atının bacaklarını
kırdığında Lord Loren’in atla birlikte yere devrilmesi bir oldu. Lord
Loren yılların deneyimiyle kendini atının altında kalmayacak şekilde yere
bıraktı ve “Lanet olsun!” diye haykırırken takla atarak ayağa kalkması bir
oldu. Kılıcı elinde, savaşmaya hazırdı. Tabii bu dıştan görünüşüydü, aslında
yorulmuştu ve kılıç sallamaktan kasları yanıyordu. Kalleş biçimde atını
yaralayan adama var gücüyle saldırdı ve onu öldürmesi uzun sürmedi.
Acı çeken atının yanına
vardığında içinde yükselen acıyla baş etmeye çalışıyordu. Atının ayağa
kalkmasını engelledi ve etrafında kimse yokmuş gibi atının merhametle başını
okşadı. Ayağa kalktı ve “Cennette yer bul!” diyerek gözlerini kapatırken bir
taraftan da kılıcının kabzasını ters tutup, sivri kısmını ata çevirdi.
Kollarını iyice yukarı kaldırıp seri bir şekilde kılıcını atın kalbine sapladı.
Atın seğreltileri bir süre sonra durduğunda, Lord Loren kendisine gelebilmişti.
Atını kaybetmenin verdiği öfke yorulmuş bedenini güçle doldurmuştu.
Bu sırada askerlerinin çevresinde
koruma çemberi oluşturmuş, yığılmaya devam eden düşman askerleri püskürtmeye
devam ettiklerini fark etti.
Bulundukları ormanlık
alanda iyice köşeye sıkışmışlardı ve gidecekleri yol düşmanlarının kurduğu
barikatla kapatılmıştı. Bu cehennemden birileri
kurtulacaksa ve Lord son nefesini bu düşürüldüğü kalleş tuzakta verecekse
onun için sadakatle savaşan şovalyelerini kurtarmalıydı. “Alaric!” diye bağırdı
son sesiyle. Alaric, Lord’un sesini duyduğunda işini çabuk bitirmek ister gibi
kılıcına daha bir sıkı sarıldı. Sağlı sollu ona kılıç sallayan iki adamın
saldırılarına daha bir kuvvetle karşılık verirken sesin geldiği yöne bakması
bir o kadar zordu. Sağındaki adam kılıcını havaya kaldırdığında bu onun için
bulunmaz bir fırsat halini aldı ve kılıcını adamın zırhının örtmediği karın
boşluğuna saplaması saniyeler sürdü. Düşman askeri bedenine saplanan kılıçla
yere yığılırken, Alaric solunda kalan başka bir düşman askerini kılıcıyla
tanıştırıyordu. Elindeki kalkanı düşmanının yüzüne vurduğunda adam sersemlemiş
iki adım geri çekilirken savurduğu kılıç Alaric’in koluyla omzu arasındaki
boşluğa geldiğinde acıyla inledi. Bir adım geri atıp acısını hiçe sayarak
kılıcını sıkı sıkı tuttu ve bütün hırsıyla saldırdı. Sol tekmesi adamın
kasıklarına gelirken Alaric adamı yere yıkmak adına çelme taktığında miğferli
olan başıyla adama kafa atmayı ihmal etmedi. Bu karşısındaki adam kadar onunda
sersemlemesini sağlarken adamın yere düşmesi gecikmedi ve Alaric kılıcını yerde
debelenen adamın boynuna sapladığında zafer onundu.
Lordun sesinin geldiği yönü tayin etmeye çalışırken içindeki
endişe gittikçe büyümüş ipinden koparılmış kuduz bir köpek gibi mahşer yerine
dönen düzlükte sağa sola dönüyor Lord Loren’i görmeye çalışıyordu. Başına
taktığı miğferini artık taşıyamaz hale gelmişti. Hızla miğferi çıkarıp yere
fırlattı ve “Lordum!” diyerek bağırmaya başladı. Tabii bağırması düşmanlarının dikkatini
çekmiş, ona daha bir kalabalık saldırmaya başlamışlardı. Önüne çıkanları
geçmesi kolay olmazken Lord Loren’i gördüğünde içi rahatlamıştı. Hızla Lord’a doğru ilerlerken ona doğru koşan
üç dört askeri gördüğünde onlarla başedecek gücünün kalmadığını biliyordu. Sağa
sola bakıp bir çare ararken ölü bir askere saplı bıçağı alıp, üzerine gelen
adamlardan birine fırlattığında hedefini bulması zor olmadı. Bazen cesurca
savaşmak yerine taktik yapmanın faydasını girdiği bir çok mücadelede görmüştü.
Arkasına dönüp koşmaya başladığında amacı kaçmak değil zaman kazanmaktı.
Beklediği şans karşısına Zorax olarak çıktı.
“Zorax dostum!” dedi altın bulmuş gibi. Zorax bir adama
kılıcını saplamış halde dönüp ona baktı ve “Alaric sen bana ne zamandan beri
dostum diyorsun?” diye alayla bağırdı. “Şu peşimdeki azmanlardan beni
kurtardığından beri…” dedi ve sola kayıp Lord’un yanına gitmek için tekrar yön
değiştirdi. Zorax, Alaric’i kovalayan adamların önüne dikildiğinde adamların
yanında iki kişi daha belirmişti. Zorax kılıcının kabzasını iyice kavradı. Ona
doğru koşan öndeki askerin kılıcından kendini koruyup kılıcını savurdu. Kış
güneşinin cılız ışığına rağmen havada parlayan kılıç, keskinliğini kanıtlar
gibi adamın demir zırhının koruyamadığı yerine saplandı. Diğer iki asker sağlı
sollu ona saldırırken kılıcı tutan eli artık uyuşmuş bedeni yığılmamak için son
çabasını sarfetmekteydi. En nihayetinde onun emrindeki askerlerden biri yardıma
yetişti. Zorax’ın heybetli yapısına rağmen gücü öyle tükenmişti ki ona saldıran
askerle başetmesi zor oldu. Askerin karnına sapladığı kılıcına “Şükürler
olsun!” diyerek teşekkür etti.
Alaric nefes nefese Lord’un yanına ulaşmıştı. “Lordum, iyi
misiniz?” diye sorabildi ama saldırılar bitecek gibi değildi. Lord Loren gelen
kılıç darbelerine karşılık verirken “Alaric senden askerleri toplayıp kaleye
dönmeni istiyorum. Hemen!” diye bağırdı.
“Siz Lordum?”
“Ben kendime kaçtı dedirtmem!” diye haykırdı Lord Loren. Alaric “Sizi burada bırakamam Lordum!” diye
bağırdığında sırt sırta vermiş onlara saldıranları savuşturmaya çalışıyorlardı.
Lord Loren, Alaric’e doğru dönüp “Bu bir emirdir.” diye
bağırırken Alaric’in arkasından elinde mızrak, onlara doğru koşmakta olan
askeri son anda fark etti. Var gücüyle Alaric’i hızla sağa doğru itip yere
düşmesini sağladığında mızrak çoktan midesinin altından girip böbreklerine
kadar ulaşmıştı. Lord Loren ilk anda nefes alamadı. İçine işleyen soğuk demirin
ucundaki ölümle yüzleşiyordu. Alamadığı nefesi ağzından bırakıp dizlerinin
üzerine çöktüğünde gözbebekleri bir daha kapanmayacak gibi açılmış, hareketleri
felç olmuşçasına yavaştı.
Alaric yere düştüğü sırada elinden kayan kılıcıyla kendini
çok savunmasız hissetmiş, düşürdüğü kılıcına uzanıp alırken Lord Loren’in
mızraklandığını fark etmemişti. Ona doğru döndüğünde Lord Loren’i dizleri
üzerine çökmüş, karnına saplanmış mızrakla, yere yığılmamak adına kılıcından
destek almış halde gördü. Dünyası başına yıkılmış, kendi yara almış gibi
“Hayır!” diye haykırdı. İlk iş olarak Lorduna saplanan mızrağın sahibini tek hamlede
ölüme gönderdi ve yere yığılmamak için kılıcından destek alan Lordu yavaşça
yere yatırdı.
Lordun nefesleri iyice sıklaşmış ağzından kan geliyordu.
Mızrağı tek hamlede Lord’tan ayırdı ve kol altlarında bulunan deri kayışları
söküp demir zırhı çıkardı. Elini kanayan yaraya bastırırken “Yardım getirin”
diye haykırdı. Dişleri sıkılı kelimeler kifayetsizdi. İçinden Lanet olsun! diye haykırırken
“Benjamin!” diye tekrar haykırdı. Benjamin atının üzerinde onlara ulaştığında
attan atlaması bir oldu ve bilinçli hareketlerle atının üzerindeki deri
çantadan çıkardığı yaralılar için ayrılmış beyaz bez parçalarını Alaric’e
uzattı. Alaric, eliyle bastırdığı yaradan parmaklarını çektiğinde kan oluk oluk
akmaya başlamıştı. Bezleri tekrar yaraya bastırırken içinden ettiği duaların
sonu yoktu.
Lord acıyla inlerken Alaric “Lordum…” dedi çaresizce.
Duyguları saniyeler içinde değişim geçiriyor, şu an dünyayı yakıp yıkma arzusu
tüm benliğini sarıyordu. Hüzün, kaybetme korkusu, minnet ve en çok da vicdan
azabı. Lordu kendisi için ölüme gözü almıştı, onu korumak adına ölüyordu.
“Neden Lordum? Neden beni kurtardınız?” diye isyan ederken
Lord Loren ağzına dolan kanı tükürüp “Beni güldürme çocuk! Yaşayacak daha çok
yılın var...” dediğinde öksürmeye başlamıştı.
“Emma!... Onu koruyacaksın Alaric söz ver bana!” diye cümle
kurmaya çalışırken ona doğru eğilmiş Alaric’in zırhından cılız bir güçle
tutmaya çabalıyordu.
“Leydim, emin ellerde olacak bana güvenebilirsiniz.”
“Sizler çocukluğundan beri onun yanında oldunuz. Onun gibi
asi, erkek kılıklı bir kızı kimse kabul etmez. Travis’e söyle onu mutlu etsin.
Korusun… başka bir adam onu çok hırpalar!”
Alaric “Lordum, bu isteğinizi Travis’e siz ileteceksiniz.
Dayanmalısınız.” derken boğazına takılan acıyı tarif bile edemiyordu.
“Şimdi adamlarını al ve git!” dedi Lord Loren. Huzurluydu.
Ölümün yanı başında onu bekliyor olması umurunda bile değildi. Evet, zamanı
dolmuştu. Güzel bir çocukluk ve eğitim dolu gençlik geçirmişti ve hayatı
boyunca birçok savaş görmüştü. Erken kaybetse de, aşık olduğu kadınla
evlenmişti. Ve bu kadın ona iki çocuk vermişti. Gurur duyduğu oğlu ve güzeller
güzeli kızı Emma… Oğlunun geleceğini hayal edebiliyordu. Frederich doğduğundan
beri iyi bir evlat, çalışkan bir öğrenci, cesur bir savaşçı, aynı zamanda
adaletli bir asilzadeydi. Loren gelecekte onun iyi bir Lord olacağını
biliyordu. Düşünme sırası Emma’ya geldiğinde Lord Loren yüzüne yayılan
tebessümün daha mutluluk verici olduğunu biliyordu. Dermanı kalmamış, ölmek
üzereydi ve o kızının geleceğini düşlemeyi bırak yarını için bile hayal
kuramıyordu. İçinden onun da erkek olarak doğması gerektiğini düşünmeden
edemedi.
Alaric, “Dayanın Lordum! Hep beraber eve dönüyoruz.” dedi tüm
inancıyla ve bağırmaya başladı. “Zorax! Nathan!” diye haykırdı. Lord kalan
gücüyle onun koluna yapıştı ve “Beni bırakın ve kaleye gidin. Kale savunmasız!
Kaleyi korumalısın!...” dedi cümlesini bitiremedi. Nefes alışverişi sıklaşmış
kendini kaybetmek üzereydi. Lord Loren tuttuğu Alaric’in kolunu istemsizce
bıraktı ve kafasını toprağa koyup bacaklarından bedenine yavaş yavaş yayılan
ölümü huzurla karşılamaya hazırlandı. Bu huzurun nedenini biliyordu. Mutlu bir
yaşantısı olmuştu. Adaletle halkını yönetmiş, kimsenin hakkını yememiş,
sevdiği, yıllar önce kızını doğururken ölen karısının yanına gitmeye hazırdı.
Yüzüne yayılan gülümsemesi Alaric’i korkutmuştu. “Lordum…” dedi bilincini
kontrol etmek için.
Lord Loren “Alaric, benim zamanım doldu, bunu kabul et ve
git!” dedi kesik kesik.
Alaric’in gözleri dolmuş şu an duyduğu acıyı ifade edecek
cümleleri yoktu. Şimdi Emma’ya ne diyecekti. Yola çıkarken babasına iyi
bakacağına söz vermişti ama sözünü tutamamıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder